DİKKAT! BU YAZI YOĞUN GEÇMİŞE ÖZLEM İÇERİR

DİKKAT! BU YAZI YOĞUN GEÇMİŞE ÖZLEM İÇERİR
Paylaş
  • Linkedin
  • Pinterest
  • Whatsapp
  • Telegram
  • Reddit
A+ A-

 

         Merhabalar değerli okurlar. Geçen gece yatağa uzandıktan sonra sokaktan odaya sızıp tavanda bir takım ışık oyunları yapan araç farlarının hüzmeleri, uzun yıllar öncesinden bazı anıları gün yüzüne çıkardı. 

         Bolu’da Karamanlı mahallesinde, annemin bin bir güçlükle satın aldığı sobalı evde yaşıyorduk. Tek maaşla gücü o kadarına yetmişti rahmetlinin. Ayın başı ha deyince geliveriyor, evin taksidi, elektrik ve su faturaları, market ve pazar masrafı derken ayın sonu bir türlü gelmek bilmiyordu. Ben henüz ortaokuldaydım ve tek bir öğretmen maaşından oluşan aile bütçesine katkım, vergi mükellefleri gibi pozitif değil, ödenen o vergileri çatır çatır harcayanlar gibi negatifti. Evimiz iki oda bir salondan ibaretti. Hayatımız genellikle oturma odasında geçerdi. Renkli fakat uzaktan kumandası sonradan takılmış tüplü televizyonumuz, iki çekyat, benim ödevlerimi yaptığım, annemin ders planlarını hazırladığı derme çatma masamız o odadaydı. Salon misafirler içindi. Oradaki koltuk takımları ve vitrin bizim kullanımımıza amade değildi nedense! Kış aylarında sahip olduğumuz tek soba, hayatımızı geçirdiğimiz oturma odasına kurulurdu annem tarafından. Ben de bu kurulumda yardım ederdim ona. Zaman içerisinde salona da bir soba alındı ama uzun kış ayları boyunca 2-3 kereden fazla yandığını hiç anımsamıyorum. Yaz aylarında yaşamak fena değildi evimizde. Zira yatak odasını uyumak ve giyinmek için kullanabiliyorduk hiç değilse. Ancak kış geldiğinde Sibirya’ya dönüştüğünden yatağı yorganı toplayıp, sobanın yandığı tek odaya, çekyatlara taşınırdık her gece el ayak çekildikten sonra. Annem cam kenarındaki nispeten daha soğuk olan çekyatın sakiniydi ben de sobanın hemen karşısındakinin. Uyuyan soba nedir bilmez bazılarınız; ısınmak için kullandığımız oydu. İçindeki kovaya tıka basa kömürü koyup, çoğu zaman çıra ya da gaz yağı ile tutuştururdunuz. Belli bir zamanda (örneğin teyzemlere ziyarete giderken ya da sabah evden çıkarken) kelebek tabir edilen tüm hava kanallarını kapatırdınız ve soba uykuya geçerdi. Eve döndüğünüzde de kelebekleri açardınız ve neredeyse sönmüş olan soba 1 dakikada yeniden ortamı ısıtmaya devam ederdi. Dökümden bir üst kapağı olan sobanın bu kapağında da vardı hava kelebeklerinden. Gece ışıklar sönüp uyumak üzere çekyattan yatağa dönüşmüş uyku mekanına uzandığımda, sobadaki ateşin alevleri, üst kelebekten tavana yansır ve kimi zaman sevimli kimi zaman da ürkütücü ışık oyunları sergilerdi. Sobanın üzerinde kaynamaya bırakılan (genellikle alüminyumdan mamul) güğümün içindeki su da, ıslığa benzer sesi ile alevlerin bu oyununa eşlik ederdi. 

         Yetmişli yılların sonu, 12 Eylül askeri cuntası ve takip eden 80’li yıllar, piyasada birçok şeyin bulunmadığı, bulunabilenlerin de az ve pahalı olduğu yıllardı. Düşünsenize Türk kahvesi karaborsaya düşmüş! Sigara içen büyüklerimiz, Silahlı Kuvvetler sigarasını öve öve bitiremezdi. Bakkallarda ve her nedense tezgâh altından gizli gizli satılırdı. Sigara demişken şehirlerarası otobüslerde, kamu binalarında ve hatta hastanelerde fosur fosur sigara içilirdi. Doğumhane kapısında baba olmayı beklerken baca gibi tüterek sigara içen adam portresi görsel edebiyatta ve sinemamızda sıkça kullanılan bir klişeydi. Hatta evlerde misafire ikram etmek için envaiçeşit sigara alınır ve genellikle camdan yapılmış gondollarla sehpaların üzerinde yer işgal ederdi. İtalyanca’da “Fumare come un Turco (Türk gibi sigara içmek)” şeklinde bir deyim olmasını yadırgamamak lazım. Misafirliğe gelenlere yapılan ikramların ardından küçük bir servis tabağına biri sabunlu suyla ıslatılmış diğeri kuru, genellikle örgü işi iki adet el bezi konur, misafirlerin ellerini temizlemeleri sağlanırdı. Kabul, hiç de hijyenik bir metod değildi bu! 

         Okuldan döner ve önlüğümüzü ya da okul formamızı çantamızla evde bir yerlere attıktan sonra sokağa çıkardık oynamaya. Hava kararıp akşam ezanları okunmaya başladığında annelerin senfonisi başlardı: 

Mehmet, oğlum hadi eve! Kime diyorum ben?!” (Yazarın notu: Evet Mehmet. Zira o dönemde Yamaç, Bayır, Balalayka, Han, Hamam, Bükentay vb akla ziyan isimler pek yoktu)

 Özel ders, etüd, dersane vb kavramlar henüz hayatımıza mütecaviz bir şekilde girmemişti. Ödevleri yapmamıza yardımcı olan kaynaklar genellikle basılı ansiklopedilerdi, Vikipedi değil!

         Şimdi düşünüyorum da her türlü sıkıntıya rağmen mutlu ve umutlu çocuklardık bizler. Açık konuşmak gerekirse o dönemki çocuklardan ipsiz sapsız, serseri olanların oranı yüzde 1’i geçmez. İyi kötü herkes bir şeyleri başardı. En basit gibi görünen ama belki de en önemlisi olan aile kurup o aileyi devam ettirmeyi başardılar. Kimi zanaatkar oldu, kimi emekçi, kimi doktor, mühendis hatta asker / polis… Belki de bugün karşılaştığımız sıkıntılara göğüs gerebilme motivasyonunu o mutlu çocukluğa borçluyuzdur kim bilir…

         Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

1 yorum yapılmış

  • Emre Başkaya (1 hafta önce)
    Gerçekten bizleri çocukluğuna götüren harika bir yazı olmuş Tansel Bey, dediğiniz gibi belki imkanlarımızı kısıtlıydı ama çok huzurlu,sıcak ve neşeli günlerdi,kaleminize sağlık
    %100
    %0
    Yanıtla